Türkiye’nin gündemini uzun süre meşgul eden, televizyonlardaki uzun, amaçsız ve kesinlikle sonuçsuz tartışma programlarının sevilen konusu İstanbul Sözleşmesi, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile feshedildi.
Standart slogan cümlelerinden öteye gitmeyen tartışmalara bir yenisini eklemeye hiç niyetim olmadığını ifade ettikten sonra öncelikli olarak sözleşmenin içeriğinden sizlere bahsetmek, sonra da ileriki süreçte atılabilecek adımları ifade etmek istiyorum. İstanbul Sözleşmesi, tam adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan, 11 Mayıs 2011 tarihinde ilk olarak Türkiye’nin imzaladığı uluslararası bir sözleşmedir. Türkiye’nin 2011 senesinde dahil olmasından sonra pek de gündeme gelmeyen İstanbul Sözleşmesi son iki yıldır oldukça sık konuşulmakta, bazı kesimler tarafından siyasi argüman olarak kullanılmakta, bazı kesimler tarafından ise çok ağır eleştirilere maruz bırakılmaktadır. Aslında ‘Batı’nın toplumsal değerleri’ kapsamında gayet uygulanabilir ve korunabilir bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye’de eleştiriye tabii tutulması oldukça doğaldır.
İTHAL YASALAR HAVADA KALIYOR
Türkiye’de şu an olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de ithal yasal düzenlemeler, ithal askeri doktrinler sisteme oturtulamamış ve yaşanan zorluklar genellikle katlanarak büyümüştür. Zira bu topraklardaki temel sorun zahiri olanı düzeltirken özde olanın dokunulmaz kalması, herhangi bir modernizasyona tabi tutulmamasıdır. Çok şık, yeni ve renkli üniformalara sahip olan Osmanlı ordusunun 19. yüzyıl savaşlarında yaşadığı hezimetler modernize edilmemesinden kaynaklanmamaktaydı, bu yenilikler felsefi olarak askeri doktrinlerine uyarlayamamasından kaynaklanmaktaydı. Tıpkı şu an günümüz Türkiye’sinde yaşadığımız gibi. Hem halis bir niyet hem de ciddi bir gereklilik olarak imzalanan İstanbul Sözleşmesi'nin, Türk toplumu için fazla ‘ithal’ olduğunu söyleyebilirim.
Sözleşmede tartışılan iki temel unsur bulunmakta; şiddetin tanımlanması ve LGBT’ye dayanak sağlaması durumu. Sözleşmede şiddet görme ihtimalini hissettiren her türlü davranışın fiziksel şiddetle eş tutulması, aile içinde yaşanan bir takım anlaşmazlıkların dahi evdeki baba, eş, abi figürünün gözaltına alınması ile sonuçlandığı süreçlere neden oluyor.
CİNSİYET KİMLİĞİ KAVRAMI TÜRK AİLE YAPISININ İNTİHARI OLABİLİR
Diğer bir mesele ve bence en tehlikeli olanı da hâlihazırda toplumsal ahlakı ve aile yapısını hızla çökerten LGBT meselesidir. Sözleşmede geçen cinsiyet kimliği kavramından kastedilenin ne olduğu konusunda tartışmalar süregelsin biz yine BM tarafından hazırlanmış olan Herkes Eşit ve Hür Doğar başlıklı metnindeki açıklamaya bakalım. Cinsiyet kimliği ile kastedilen lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerdir.
İstanbul Sözleşmesi’ndeki diğer maddeleri bir tarafa bırakalım ve “Tarafların bu sözleşmedeki hükümleri cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği gözetmeksizin uygulayacağını temin etme” maddesini ele alalım. Sözleşmede yer alan maddelerin tamamının LGBT bireylerini de kapsaması; bu yönelime sahip olan insanlara yönelik ayrımcılığın, yasaların ve uygulamaların ortadan kalkması, devlet tarafından kesinlikle kamuoyunda aşağı görülecek açıklamalara, tanımlamalara maruz bırakılmaması demektir. Anlaşmaya bir de bu açıdan baktığımızda toplumsal ahlakın içeriden ve dışarıdan böylesine yozlaştırılmaya çalışıldığı bir konjonktürde İstanbul Sözleşmesi'nin, Türk aile yapısı için intihar anlamına gelebileceğini görmek mümkün oluyor.
KÜLTÜREL EMPERYALİZMİN YENİ BOYUTU: CİNSİYET KAVRAMI
Kamuoyu, ne yazık ki kadına yönelik şiddete karşı olmak ile İstanbul Sözleşmesi’ni desteklemeyi özdeşleştirmiş durumda. Sözleşme, imzalandığı zamanın şartları dâhilinde değerlendirildiğinde Türkiye’nin halis niyetlerle ve kadına yönelik her türlü şiddetin önüne geçme amacıyla attığı bir adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak belirttiğim gibi, ‘ithal’ bir metindir ve sınırı olmaksızın değişim ve dönüşüm gösteren kaotik bir grubun dayanağı haline gelmiştir. Kültürel emperyalizmin yeni boyutu olarak karşımıza çıkan ‘cinsiyet’ kavramı; ailemize, mahremiyetimize, manevi tüm değerlerimize taarruz halindedir.
TÜRKLERDE KADININ YERİ İTHAL DEĞİLDİR
Türk kadını, İslam öncesinde de sonrasında da toplum içerisinde her zaman değerlidir ve tarihsel rolü büyüktür. Türk kadını, erkeklerle birlikte omuz omuza devlet yönetmiş, cephede savaşmış, ava çıkmış, siyasi görüşmelerde bulunmuştur. Ziya Gökalp Türklerin kadına verdiği değeri, “Eski kavimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadın cinsiyetine hak vermemişler ve saygı göstermemişler” ifadesiyle açıklamaktadır. Zira Türk kültüründe aile, devletin en küçük modelidir. Her zaman korunması ve değerli görülmesi de bu düşünceden kaynaklanmaktadır. İslam’ın kadına bakışı ise, ne yazık ki günümüz toplumlarında gelenekselcilik ve modernite arasında sıkışıp kalmıştır. Ancak tüm bunları göz önüne aldığımızda 16. yüzyıla kadar kadının kutsal kitaplara el sürmesinin, dini törenlere katılmasının yasak olduğu Batı toplumunun bize dayattığı kadına yönelik herhangi bir sözleşmeyi böylesine savunmamız gereksiz gözüküyor.
SÖZLEŞME İŞE YARAMIYOR, ŞİDDET DAİMA ARTIYOR
Sözleşmenin imzalandığı tarihten bu yana kadına yönelik şiddetin azalmadığını, aksine maalesef artış sergilediğini ve bu açıdan bakıldığında sözleşmenin iddia ettiği gibi kadını koruyamadığını söyleyebiliriz. 2012 senesinde 201, 2013’te 237, 2014’te 294, 2015’te 303, 2016’da 328, 2017’de 409, 2018’de 440, 2019 yılında ise tespit edilen 474 kadın cinayeti gerçekleştiği görülüyor. Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin bu derece ivme kazandığı bir zamanda ve toplumda, halihazırda yer alan bir sözleşmenin işe yaradığını düşünmek ve şiddetle savunmak bana mantıklı gelmiyor.
İVEDİ BİR ÇÖZÜM GEREKMEKTE
İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair yeni bir yasal düzenlemenin yapılması ile toplumsal açıdan kabul edilebilir duruma gelecektir. Bu sebeple, kamuoyunun gerginliği ve hassaslığı göz önüne alınarak ivedi bir biçimde milli ve manevi değerlerimiz kapsamında bir çalışmanın yapılması ve yürürlüğe konulması gerekmektedir.