Her sene 24 Nisan’ın gelmesiyle tekrar gündeme taşınan ve tartışmalara sebep olan “Sözde Ermeni Soykırımı İddiaları”, bu sene de sahnedeki yerini koruyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı Armen Sarkisyan’ın geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği Gürcistan ziyareti de bu kapsamda bir propaganda faaliyeti olarak karşımıza çıkmaktadır. Sarkisyan’ın Gürcistan Devlet Başkanlığı konutunda bulunan şeref defterini imzalarken Ağrı Dağı’nı çizmesi, Ermenistan’ın 24 Nisan propagandası dahilinde bir faaliyet olarak görünmektedir.
Ağrı Dağı'nın Ermenistan nezdinde Türkiye’den toprak talebinin bir sembolü olması, Siyonist bir taktik kapsamında hareket edildiğini de temsil etmektedir. Siyon Dağı yerine Ağrı Dağı’nı koyan Ermeni lobisi, Yahudilerin stratejisini kendilerine esas almaktadır. Sarkisyan’ın Karabağ Savaşı’ndaki başarısızlığının ardından bir hamle olarak Ağrı Dağı’nı kullanması her ne kadar güncel siyaset ile ilişkilendirilebilir olsa da iki milletin tarihsel geçmişi göz önüne alındığında daha kritik bir noktaya taşınıyor.
PRAGMATİST YALANLAR PAZARLANIYOR
Sözde Ermeni Soykırımı, 106’ıncı yıl dönümü dolayısıyla ABD’de de daha fazla gündeme gelecek gibi görünüyor. Biden’ın seçim çalışmaları sırasındaki söylemlerinde sözde Ermeni Soykırımı’nı tanıyan 106 sayılı kanun tasarısını onaylayacağı vaadinde bulunması, Ermeni lobisinin bu seneki faaliyetleri arasında önemli yer tutuyor. ABD’de bulunan Ermeni Kilisesi’nin konu ile ilgili Biden’e gönderdiği mektupta, “24 Nisan’da Ermeni soykırımını tanıyın. Tanımamanız Türkiye’nin bölgedeki soykırım hareketlerinin devamını da getirir” ifadelerinin yer alması, bu sene de Ermeni lobisinin aktif faaliyet gösterdiğini kanıtlamaktadır. Biz ise, her sene söylediğimiz şeyleri tekrar etmeye ve daima bıkmadan, usanmadan doğruları söylemeye devam edeceğiz. Zira biz belgelere, bilime dayanırken uluslararası kamuoyu kanıtlanabilir gerçeklerle değil, pragmatist yalanlarla algı yönetimine devam ediyor.
Millet-i sâdıka olarak da tanımlanan Ermenilerin Osmanlı millet sistemi bünyesinde uzun yıllar huzur ve güven içinde yaşadıktan sonra toplumsal düzeni bozarak devletin yaptırım uygulamasına neden olacak faaliyetlerde bulunmasının en önemli tetikleyicisi şüphesiz ki yabancı devletlerdir. Öyle ki Ermeni sorunu, Avrupa diplomasisinin yarattığı bir krizdir ve Osmanlı Devleti bünyesinde yaşayan Ermeniler, bilhassa Rusya ve İngiltere’nin menfaatlerinin kurbanı olmuşlardır.
Rusya’nın Doğu Anadolu’yu hedefleyen stratejisinde önemli bir yer tutan Ermeniler, 1877-78 Savaşı sırasında Rusya’nın Doğu Anadolu’daki işgallerinde aktif rol oynamıştır. Rus askerlerine yardım eden Ermeniler bölgedeki Müslüman halkı katletmiştir. Öyle ki bu vahşi faaliyetleri sebebiyle Rus askerleri tarafından dahi bölgeden uzaklaştırılmak istendikleri bilinmektedir. Bu tarih itibariyle Ermeniler, devlet için bir iç güvenlik meselesi halini almıştır. Öyle ki, I. Dünya Savaşı sürecine kadar Sasun Olayı, Osmanlı Bankası Baskını, Zeytun İsyanı, Yıldız Suikastı başta olmak üzere Ermenilerin iç güvenlik tehdidine sebep olan faaliyetleri artarak devam etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesiyle, daha önceki savaşlarda olduğu gibi Ermenilerin Rusya ile birlikte hareket ederek devleti arkadan vurma ihtimalleri karşısında tedbir alınması gerekmiştir. Haziran 1914’te Erzurum’da toplanan Taşnak Kongresi’nde Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin Ermeniler için önemli bir fırsat olduğu ifade edilerek Ermeni mücadelesinin sürdürülmesi kararlaştırılmıştır. Toplantıda, topyekûn ayaklanma için Osmanlı Devleti’nin savaş halinde olmasından yararlanılması konusunda oy birliğine varılmıştır. Kongre sonucunda Osmanlı Mebusan Meclisi’nde de Van mebusu olarak görev yapan Papazyan’ın yayınladığı bildiride, “Kafkasya’da gönüllü Ermeni alaylarının hazır bulunması, bunların Rus ordularının öncüleri olarak kilit noktaları ele geçirmeleri” talep edilmiştir.
24 NİSAN MI? 27 MAYIS MI?
I. Dünya Savaşı’nı bağımsız Ermenistan ideali için fırsat olarak gören Ermeni komitelerinin Rusya ve İtilaf Devletleri ile işbirliğine girmesi, 24 Nisan 1915 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Ermeni komite ve derneklerini kapatması ve 2345 kişinin devlet aleyhine faaliyet sebebiyle tutuklaması ile sonuçlanmıştır. Günümüzde sözde Ermeni Soykırımının yıl dönümü olarak anılan 24 Nisan, Tehcir kanunun kabul edildiği tarih değil, komitelerin kapatıldığı tarihtir. Tehcir kanunu ise, 26 Mayıs 1915 tarihinde Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın talebi doğrultusunda gündeme gelmiştir. Ermenilerin bölgedeki faaliyetlerinin kritik seviyeye ulaşması ile birlikte Talat Paşa’nın Seraskerlik’e gönderdiği raporunda, “Van Gölü etrafında ve Van vilayetince bilhassa malum olacak mevak-i muayenedeki Ermeniler, isyan ve ihtilal için bir ocak halindedir. Bu halkın oradan kaldırılarak isyan yuvasının dağıtılması fikrindeyiz” ifadelerine yer vermesi tehcir sürecinin başlayacağının sinyalini vermiştir. Öyle ki 1915 tarihli bir arşiv belgesinde; Kars ve Ardahan bölgesindeki Müslümanların Ermeniler tarafından katledildiği, katledilen insan sayısının 30.000’i bulduğu, Ruslar tarafından esir alınan Osmanlı askerlerinin Ermenilere verildiği, yaralı Türk askerlerin şehit edildiği ifade edilmektedir. Bu kapsamda savaş hali doğrultusunda hem bölgedeki asayişi tesis ederek sivil halkın güvenliğini sağlamak hem de ordunun iç güvenlik tehdidinden olumsuz etkilenmesini önlemek amacıyla Osmanlı Devleti’nin bir önlem alması gerekli görülmüştür.
Bu gelişmeler neticesinde Sevk ve İskân Kanunu, ya da diğer adıyla Tehcir Kanunu, 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir. Söz konusu kanun ise bilinenin aksine sadece Ermenileri kapsamamaktadır. Rumların, Arapların bazı Yahudi grupların ve hatta yerli idare ile vergi konusunda sorun yaşayan bazı Türk aşiretlerinin de bu kanun kapsamında yerleri değiştirilmiştir. Tehcir yasasına ek olarak çıkarılan özel yönetmeliklerde; tehcire maruz kalan grupların haklarının gasp edilmemesi, maddi-manevi hasar görmelerinin engellenmesi ve görevli memurların duygusal davranarak güçlerini kötüye kullanmamaları emredilmiştir. Göç esnasında iklim, beslenme ve ulaşım sebebiyle sivil halktan hayatını kaybedenler olmuşsa da savaş halindeki bir ülkenin asayiş meselelerinden birini hallederken gösterebileceği azami dikkat gösterilmiştir. Öyle ki Cemal Paşa’nın da yayınladığı genelgede “Ermeni azınlığını ekmeksiz, evsiz ve mezarsız bırakmayacağız. Ermenilere zulüm yapılması milli şerefimizi zedeler, onlara zulüm yapanları Askeri Mahkemeye vereceğim.” ifadelerini kullanması bu konuda ne denli dikkatli olunduğunu kanıtlar niteliktedir. Howard M. Sachar’ın kitabında yer alan bir cümle bu bakımdan burada anılmaya değerdir; “Bütün o savaş yıllarında hiç kimsenin, Ermenilerin bile, Türkler kadar kanı akmamıştır. Artık savaş yılları sona ermiştir.” Ancak biliyoruz ki Türkiye’nin savaşı hiç bitmemiştir.
TÜRKİYE ALEYHİNDE YARGI KARARI YOK
Ermeni lobisi, tüm bu tarihsel gerçeklere rağmen soykırım iddialarını her geçen sene daha yüksek sesle dile getirmekte ve bu asılsız iddialar uluslararası kamuoyu tarafından da desteklenmektedir. Soykırım terimi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış ve bu kavram şu şekilde tanımlanmıştır: “Silahsız, korumasız ve savunmasız bir toplumun ayrım gözetmeksizin bütün bireylerinin, silahlı ve örgütlü insanlar tarafından planlı bir şekilde yok edilmesidir.” BM’nin 1948 senesinde kabul ettiği Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkında Sözleşme kapsamında bakıldığında ise bir faaliyetin soykırım olarak tanınması için üç temel unsura gerek vardır: planlama, örgüt, kasıt. Ancak Türkiye’nin suçlandığı sözde Ermeni soykırımı iddialarında bu üç temel unsurun tek bir tanesinden bile söz edilemez. Buna rağmen en temel hukuk kaidesi de göz ardı edilerek kanunların geriye yürütülmesi ısrarla istenmektedir.
Sözde Ermeni soykırımı iddiaları konusunda Türkiye aleyhinde verilmiş herhangi bir ulusal ya da uluslararası yargı kararı bulunmamaktadır. Öyle ki, Osmanlı Devleti’nin 1915-16 senesinde yaptığı Divan-ı Harp yargılamalarında tehcirde herhangi bir kasıtlı yok etme amacı bulunmadığı tespit edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere tarafından gerçekleştirilen Malta Yargılamaları, İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından yürütülmüş ve soykırım iddiaları sebebiyle tutuklanan 145 Osmanlı yetkilisi, “kabul edilebilir katliam kanıtı bulunmadığı” tespit edilerek serbest bırakılmıştır.
Bu iki dava da sözde Ermeni soykırımı iddialarını çürüten önemli deliller olup gündemde kalmaları sağlanmalıdır. Uluslararası yargı organları Türkiye’ye yöneltilen sözde soykırım iddialarını tanımamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Avrupa Adalet Divanı (AAD), “Ermeni soykırımı yoktur” demenin cezalandırılmasını düşünce özgürlüğünü inkar olarak tanımlamaktadır. Söz konusu kurumlar, soykırım iddialarını tanıyan parlamento kararlarının tamamen siyasi nitelik taşıdıkları konusunda da görüş birliğine sahiplerdir. Bu konuda değinmemiz gereken bir nokta hiç şüphesiz ki Perinçek-İsviçre davasıdır. “Ermeni soykırımı iddiaları uluslararası emperyalist bir yalandır” ifadeleri sebebiyle İsviçre ve Ermenistan’ın Doğu Perinçek hakkında suç duyurusunda bulunmasıyla başlayan süreç sonucunda AİHM; bu söylemin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna, 1915 Ermeni tehcirinin soykırım olmadığını söylemenin cezalandırmaya neden olamayacağına karar vermiştir. Bu kapsamda, Ermeni lobisinin yaratmaya çalıştığı, soykırım iddialarının mutlak bir biçimde kabul edildiğine dair algının boşa düştüğünü görebiliriz.
Akademik çalışmalar nihayetinde de ispatlanamayan soykırım iddialarıyla ilgili ABD'deki Louisville Üniversitesi öğretim üyesi tarihçi Prof. Dr. Justin McCarthy, “Araştırmalarımızda soykırıma dair hiçbir kanıt bulamadık. Ermeni örgütleri bu iddiaları, kesinlikle Türklerin kolunu bükmek için kullanmaya çalışıyor. Mesela tüm Doğu Anadolu’yu Ermenilere devrettirmeye filan çalışıyorlar. Bu doğru. Fransa, Amerika Birleşik Devletleri veya dünyadaki diğer hükümetlerin bunu kullanma nedenlerine gelince, bunu yapmalarının bir nedeni de önyargıdır” ifadelerini kullanmıştır. Hukuk literatüründe dolus specialis olarak nitelendirilen özel kasıt unsurunun saptanamadığı bu davalarda ve akademik çalışmalarda Türkiye’ye yöneltilen soykırım suçlamalarının gerçek olmadığı ispat edildiyse de soykırım iddiaları bir nefret söylemi halini almıştır.
ERMENİ LOBİSİNİN DÖRT AŞAMALI PLANI
Günümüz uluslararası kamuoyunda Ermenistan ve diasporanın temel hedefi, soykırım iddiasını dört aşamalı bir şekilde kabul ettirmektir. Bunun ilk aşaması olan ‘tanıtma’ bir propaganda sürecini temsil etmektedir. İkinci aşama ise, soykırım iddiasının gerçek bir olay gibi ‘tanınma’sıdır. Üçüncü aşamayı ‘tazminat’ oluştururken dördüncü ve son aşama ise ‘toprak talebi’dir. Şark Meselesi adı altında başlayan ve Batı tarafından her defasında kullanılan bir argüman olarak yerini koruyan Osmanlı Devleti topraklarının parçalanması talebi, günümüzde de Türkiye’nin bölgesel iktidarının ve güç kalkanının parçalanması maksadıyla sürdürülmektedir. Her sene olduğu gibi bu sene de sözde Ermeni soykırımı iddiaları karşısında Türkiye, çağrısını tekrar yineleyecektir. Arşivlerimiz yerli ve yabancı tüm araştırmacılara tam şeffaflık esas alınarak açıktır. Ermenistan arşivlerinin açılmasını, ortak bir komisyon kurularak akademisyenlerin objektif ve titiz bir çalışma ile dönemi aydınlatmasını her daim destekleyeceğiz. Bu kapsamda T.C. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın düzenlediği konferans da oldukça önemli bir adımdır. Ancak pragmatist yalanlar ile argüman üreten, politika yürüten, savaş başlatıp barış ilan eden bir dünya düzeninde hakikat ve açık sözlülüğün ne kadar paha ettiği tartışmalıdır.
Talat Paşa’yı 15 Mart 1921’de Almanya’daki evinin önünde öldüren Soğomon Tehliryan isimli Ermeni teröristin bir günlük yargılanma sonucunda serbest bırakıldığı ve ulusal kahraman olarak ilan edildiği, Said Halim Paşa’nın, Bahattin Şakir’in, Cemal Azmi’nin, Cemal Paşa’nın Ermeni terörüne kurban gittiği, zamanında Azerbaycan’da yaşanılan katliamların ve ASALA’nın faaliyetlerinin ciddi bir biçimde gündem dahi edilmediği bir dünyada bizler doğruları söylemekten vazgeçmesek de yalanlarla oluşturulan algı hep bir yerlerde varlığını sürdürecektir. Bu sebepledir ki mesele, sadece tarihçiler konuşsun diyerek geri çekileceğimiz noktayı aşmıştır. Sözde Ermeni Soykırımı iddialarına karşı çıkmak Türk milletine mensup her vatandaşın görevidir. Hakikati söylemekten vazgeçmemek, dünya kamuoyunda Türk adına ve Türkiye’ye leke sürülmesini asla kabul etmemek gerekmektedir. Türkiye sözde Ermeni soykırımı iddialarını pek çok kez kendi içerisinde tartışıp yalanlamış olsa da bu iddialar, kendimize ispat etmekle bir yere varamayacağımız noktadadır. Bu kapsamda Türkiye, özel ve kamuya ait medya kuruluşları ekseninde yumuşak güç olarak görsel ve işitsel propaganda faaliyetlerinde bulunmalıdır.
Sözde soykırım iddiaları ve Ermeni meselesi ile ilgili okunması gereken pek çok kitap mevcuttur. Okuyucularımıza listenin genişletilebileceğini ifade ederek bazı önerileri sunmak istiyorum.
-A.B. Karinyan, Ermeni Milliyetçi Akımları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006.
-Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok/(1923 Parti Konferansı'na Rapor), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2008.
-Yusuf Halaçoğlu, Sürgünden Soykırıma Ermeni İddiaları, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2006.
-Enver Yaşarbaş, Ermeni Terörünün Tarihçesi Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri, Petek Yayınları, İstanbul, 1984.
-Mehmet Perinçek, Rus Devlet Arşivlerinden 100 Belgede Ermeni Meselesi, Doğan Kitap,
-Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, C.1, Genelkurmay Basım Evi, Ankara, 2005.
-Musa Şaşmaz, British policy and the application of reforms for the Armenians in Eastern Anatolia, 1877-1897, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2002.