Yazar: Sadegh Emami ve Hossein Zeinali
Çeviri: M. Hulusi Cengiz
İsrail-İran füze atışları bölgeyi tehlikeli bir şekilde topyekûn bir savaşa yaklaştırırken, tüm tarafların nihai olarak ihtiyaç duyduğu diplomatik çözüme ulaşılmasını zorlaştırıyor.
İsrail’in 26 Ekim'deki füze saldırısından sonra İran’ın misilleme yapmayı düşünmesi, diplomatik müdahalenin aciliyetini daha da önemli hale getirdi.
Hızlı ve kararlı bir diplomatik girişim, sadece İran ve İsrail için değil; aynı zamanda, küresel güvenlik ve istikrar üzerinde ciddi etkiler yaratacak bölgesel istikrarsızlığın artmasını önlemek için de gereklidir.
Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. Maddesi uyarınca, İran İsrail’in eylemlerine karşılık olarak meşru müdafaa hakkını saklı tutmaktadır. İran yönetimi, Tahran’a yönelik saldırıların kabul edilmesinin tehlikeli bir emsal teşkil edebileceğinin ve ülkenin duruşunun zayıflamasına yol açabileceğinin farkındadır.
İsrail’in saldırıları, 1980'lerdeki İran-Irak savaşından bu yana İran topraklarına yapılan ilk saldırılardır. Karşılık verilmemesi, İran’ın bölgesel müttefikleri ve ülke içindeki nüfusu nezdinde imajını zedeleyebilir.
Bu tür saldırıların normalleşmesi, kritik “kırmızı çizgilerin” silineceği ve İsrail’in Şam ve Beyrut’a uyguladığı sıklıkta Tahran’ı da vurmaya teşvik edebileceği endişesine neden olmaktadır.
İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney, İsrail’in son saldırganlığının küçümsenmemesi gerektiği konusunda uyarıda bulunarak, İsrail'in İran’ın direnci ve gücü konusundaki yanlış hesaplarının karşılıksız kalmayacağını vurguladı.
Bu açıklamaların ardından, Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ve İran Dışişleri Bakanı Seyyid Abbas Araghchi, orantılı bir karşılık verilmesi gerektiğini ifade ederek İran’ın bu saldırıyı yanıtsız bırakmak istemediğini teyit ettiler.
Hamas lideri İsmail Haniye’nin İran topraklarında öldürülmesinden sonra olduğu gibi, Tahran, İsrail ile tam ölçekli bir savaşa girme konusunda isteksiz olduğunu ifade etti. Ayrıca, iyi zamanlanmış bir ateşkesin tepkiyi etkileyebileceğini, askeri eylemi ılımlı hale getirebileceğini ve hatta önleyebileceğini kabul etti.
Müzakere için açılan bu pencere, ABD ve Batılı müttefiklere diplomatik bir çözümü destekleme ve ateşkes için baskı yapma fırsatını sunuyor.
İsrail için ateşkes, karmaşık ve maliyetli bir durumdan pratik bir çıkış anlamına gelebilir. Son harekâtları, Gazze’de Hamas’a ve Lübnan’da Hizbullah’a önemli kayıplar verdirmiştir, ancak bu kayıplar masum canlar ve önemli askeri kaynaklar pahasına gerçekleşmiştir.
İsrail, Hamas’tan Yahya Sinvar ve Hizbullah’tan Hasan Nasrallah gibi yüksek profilli liderlere suikast düzenlemiş, ancak her iki grubun güçleri de dirençli olduklarını kanıtlamış, İsrail ordusuna önemli kayıplar verdirerek kaynaklarını ve moralini tüketmiştir.
Örneğin, İsrail Golani Tugayı karargâhına yapılan son saldırılar ve Albay Ehsan Daqsa'nın ölümü, bu grupların hâlâ güçlü olduğunu göstermektedir. Geçtiğimiz ay İsrail ordusu, yalnızca Lübnan’da 90 askerinin öldüğünü, 750 askerinin yaralandığını ve aralarında Merkava tankları, askeri buldozerler ve gelişmiş insansız hava araçlarının da bulunduğu önemli ekipman kayıpları olduğunu bildirmiştir.
İsrail Savunma Bakanlığı, 7 Ekim’den 25 Ekim’e kadar ordu ve güvenlik birimlerinde 890 asker ve subayın öldüğünü, yaklaşık 5.000 asker ve subayın ise yaralandığını duyurmuştur.
Bu şaşırtıcı rakamlar, İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın Başbakan Benjamin Netanyahu’yu maliyetli bir savaşın risklerine ve her iki ulusu da yıpratma savaşına sürükleyecek açık bir hedef eksikliğine karşı uyarmasına yol açtı.
Çatışmanın uzaması, İsrail vatandaşları arasında, özellikle de hükümetin yaklaşımından duydukları memnuniyetsizliği açıkça dile getiren rehine ve şehit asker aileleri arasında hayal kırıklığını körüklüyor.
İsrail başbakanı, 7 Ekim saldırısı için düzenlenen son anma töreninde acılı ailelerin tepkisiyle karşılaştı. Bazı akrabalar “Yazıklar olsun!” diye bağırırken, bir diğer akraba “Babam öldürüldü” diye haykırdı.
Bu tür duygular daha derin bir sorunu ortaya koyuyor: Çatışma ne kadar uzun sürerse, İsrail’in sürdürülemez, açık uçlu bir savaşa girme riski de o kadar artar. Ateşkes, bu maliyetli döngüyü kırmak ve daha fazla can kaybını önlemek için gerçekçi bir yol sunmaktadır.
İsrail’in stratejisi, yakın tarihten alınan derslerle uyumlu olmalıdır. 2003 Irak Savaşı’nı hatırlayan, Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesinde askeri öncelikli bir yaklaşımı savunan bazı eski Mossad yetkilileri, o dönemde hızlı bir askerî harekâtın istikrar sağlayacağı, İran’ın etkisini tersine çevireceği ve Irak’ı bir müttefike dönüştüreceği düşüncesindeydi.
Ancak bunun yerine, İran’ın etkisi arttı ve ABD kaynaklarının yönünü değiştirerek uzun vadede sınırlı bir başarı elde edildi. Bugün Hizbullah ve Hamas, sadece askeri güç olarak değil, aynı zamanda temel hizmet sağlayıcıları olarak kendi toplumlarında benzer şekilde yerleşik hale gelmiştir. Etkilerini azaltmaya yönelik çabalar, bu sosyal entegrasyonu hesaba katmalıdır; çünkü tek başına taktiksel zaferlerin bölgesel konumlarını ortadan kaldırması pek mümkün değildir.
Dahası, İsrail’de bazıları, gelecekte Donald Trump yönetimindeki bir ABD yönetiminin İran ile tam ölçekli bir çatışmayı destekleyeceğini düşünse de bu önemli değişkenleri göz ardı etmektedir.
Trump, ilk döneminde doğrudan askeri müdahale yerine yaptırımları ve söylemleri tercih etti. Gerilimin yüksek olduğu bazı anlarda askeri karşılık vermekten kaçındı. Hatta Times of Israel’in haberine göre Cumhuriyetçi aday, Başbakan Netanyahu’ya, seçimi kazanması halinde göreve dönene kadar İsrail’in Gazze’deki savaşı bitirmesini istediğini söyledi.
ABD'de yeni bir Orta Doğu çatışmasına yönelik iç destek, maliyetli Irak ve Afganistan savaşlarının ardından düşüktür. Bu da destekleyici bir yönetimin bile doğrudan müdahale yerine diplomatik çözümleri zorlayabileceği anlamına gelmektedir. ABD, bölgede daha fazla karışıklığa yol açmaktansa, kendi stratejik hedeflerini destekleyen barış çabalarını daha çok destekleme eğilimindedir.
ABD hükümeti, bu çatışmanın içine çekilmenin yaratacağı risklerin tamamen farkındadır. Brown Üniversitesi’nin tahminlerine göre, geçtiğimiz yıl İsrail’e yaklaşık 22,76 milyar dolar askeri yardımda bulunan ABD, çatışmaların büyümesi durumunda büyük bir mali yükle karşı karşıya kalacaktır. Böyle bir yük, kaynakları acil yerel ve küresel önceliklerden uzaklaştırarak diplomatik yaklaşımın önemini artıracaktır.
Ekonominin ötesinde, Orta Doğu’da büyük ölçekli bir çatışma, ABD’nin Güney Çin Denizi ve Doğu Avrupa gibi bölgelerde Çin ve Rusya’nın etkisini kontrol altına almaya yönelik stratejik odağını zayıflatabilir. Orta Doğu’da uzun sürecek bir savaş, bu güçlerin kendi çıkarlarını tartışmasız bir şekilde pekiştirmelerine olanak tanıyarak ABD’nin ateşkesin uygulanabilirliğini zayıflatabilir.
İsrail ile İran arasındaki gerilim, uluslararası diplomasi için kritik bir anı temsil etmektedir. Bu çatışma kontrolsüz bir şekilde devam ederse, ilgili her ülke ve küresel güç için istikrarsızlık ve belirsizlik daha da artacaktır.
İran için misilleme hem bölgesel bir duruş hem de kendini savunma meselesi iken, İsrail sonsuz bir şiddet döngüsüne girme riski nedeniyle sürdürülemez bir yükle karşı karşıyadır. Kendi mali ve stratejik kısıtlamalarının bilincinde olan ABD'nin ateşkesin korunmasında oynayacağı kritik bir rol vardır.
Zamanında yapılacak diplomatik bir müdahale gerilimi azaltmanın yolunu açabilir, bölgeyi daha fazla yıkımdan kurtarabilir ve daha istikrarlı, sürdürülebilir bir barışa doğru geçişe izin verebilir. Bu çözüm fırsatı, savaş yerine diplomasiye olan ortak ilginin altını çizmekte ve aksi takdirde maliyetli ve uzun sürecek bir çatışmadan çıkış yolu için tüm tarafları konumlandırmaktadır.
Kaynak: Asia Times
*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Makalede temsil edilen görüşlerin sorumluluğu yazara aittir, söz konusu yazı ve görüşler Hamaset'in editoryal politikasını yansıtmayabilir.