Yazar: David Ekbladh
Çeviri: M. Hulusi Cengiz
Son on buçuk yıl, dünya genelinde büyük çalkantılarla geçti
2008 mali krizi, COVID-19 salgını ve Sudan, Orta Doğu, Ukrayna gibi yerlerde yaşanan büyük bölgesel çatışmalar, belirsizliğin devam etmesine neden oldu. Buna ek olarak, ABD ile başta Çin olmak üzere rakipleri arasında artan gergin rekabet, bu durumu daha da karmaşık hale getirdi.
Bu sarsıcı dönemler karşısında, birçok yorumcu jeopolitiği açıklamak için sıklıkla 1945 sonrası döneme atıfta bulunarak kolay benzetmeler yaptı. Dünyanın “yeni bir Soğuk Savaş’a girdiği sıkça dile getirildi.
Ancak ABD'nin dünyadaki yerini inceleyen bir tarihçi olarak, Batı'yı Sovyetler Birliği ve müttefikleriyle yıllarca süren ideolojik bir savaşa sokan bu çatışmaya yapılan atıfların, bugünün olaylarını anlamak için kusurlu bir mercek sunduğunu düşünüyorum. Eleştirel bir gözle bakıldığında, dünya Soğuk Savaş'ın yapısal rekabetinden ziyade 1930'larda dünya düzeninin çöküşüne benzer bir süreçten geçiyor.
Dürüst Olmayan On Yıl
Şair W.H. Auden, 1939'da önceki on yılı “alçak on yıl” olarak adlandırmıştı- belirsizlik ve çatışmayı besleyen bir dönem.
Neredeyse bir asır öncesinden bakıldığında, 1929 Wall Street Çöküşü'nden İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcına kadar olan dönem, “izolasyonizm” veya “yatıştırma” gibi yüklü terimlerle çarpıtılabilir. On yıl, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi figürlerin yükselişini ve yatıştırılan saldırganlıkların basit hikayelerini içeren bir ahlak oyunu olarak gösteriliyor.
Ancak dönem çok daha karmaşıktı. 1930'lardaki güçlü dinamikler, ekonomileri, toplumları ve siyasi inançları yeniden şekillendirdi. Bu dinamikleri anlamak, son yılların kafa karıştırıcı olaylarına açıklık getirebilir.
Büyük ve Küçük Buhranlar
Büyük Buhran, 1930'lu yılları tanımladı. Sıklıkla hatırlandığı gibi, sadece 1929'daki borsa çöküşü değildi. Bu, dünya ekonomisinde acı verici bir şekilde uzun süren büyük ölçekli bir çözülmenin sadece bir başlangıcıydı.
Kalıcı ekonomik sorunlar, Minneapolis'ten Mumbai'ye kadar ekonomileri ve bireyleri etkiledi, derin kültürel, sosyal ve nihayetinde siyasi değişikliklere yol açtı. Bu arada, Büyük Buhran'ın uzunluğu ve piyasa güçlerinin büyük bir krizi “çözmesine” izin vermek gibi standart çözümlere karşı direnci, ekonomiye laissez faire yaklaşımını ve onu destekleyen liberal kapitalist devletleri gözden düşürdü.
2008'deki mali krizin ardından gelen “Küçük Buhran” da benzer bir sonuç doğurdu: Uluslararası ve yerel ekonomileri kaosa sürükledi, milyarlarca insanı güvensiz hale getirdi ve 1990'lardan beri hüküm süren liberal küreselleşmenin itibarını zedeledi.
Hem büyük hem de küçük buhranlarda, dünyanın dört bir yanındaki insanların hayatları altüst oldu. Yerleşik fikirleri, elitleri ve kurumları yetersiz bularak daha radikal ve aşırı seslere yöneldiler.
Çöken sadece Wall Street değildi; birçokları için kriz, ABD'yi ve dünyanın birçok yerini yönlendiren ideolojinin altını oydu: liberalizm. Bu şüphecilik, 1930'larda zaten ayrımcılık, ırkçılık ve imparatorluk gibi çelişkilerle dolu olan demokrasi ve kapitalizmin modern dünyanın taleplerine uygun olup olmadığına dair soruları da beraberinde getirdi. Son on yıl boyunca, benzer şekilde dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde seçmenlerin otoriter eğilimli popülistlere yöneldiğini gördük.
Amerikalı deneme yazarı Edmund Wilson, 1931 yılında şöyle yakınmıştı: “Sadece ekonomik labirentte yolumuzu değil, yaptığımız şeyin değerine olan inancımızı da kaybettik.” Büyük dergilerdeki yazarlar “liberalizmin neden iflas ettiğini” açıklıyorlardı.
Bugün hem sol hem de sağ kesimlerden isimler, muhafazakâr siyaset bilimci Patrick Deneen'in “Liberalizm Neden Başarısız Oldu?” adlı kitabında dile getirdiği görüşü benzer şekilde paylaşabiliyor.
Kötü Rüzgarlar
Liberalizm- genel olarak bireysel özgürlükler ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra özel mülkiyet ve serbest piyasaya inanca dayanan bir ideoloji- destekçileri tarafından dünyaya demokratikleşme ve ekonomik refah getirmenin bir yolu olarak lanse edildi. Ancak son zamanlarda, liberal “küreselleşme” zayıflamaya başladı.
Büyük Buhran da benzer bir etki yaratmıştı. 1920'lerin iyimserliği, Japonya'dan Polonya'ya kadar ülkelerin popülist, otoriter hükümetler kurmasıyla çöktü.
Macaristan'ın Viktor Orban'ı, Rusya'nın Vladimir Putin'i ve Çin'in Xi Jinping'i gibi figürlerin günümüzdeki yükselişi, tarihçilere belirsizlik anlarında otoriterliğin süregelen cazibesini hatırlatıyor.
Her iki dönem de ABD de dahil olmak üzere ülkelerin yerli sanayilerini korumak için gümrük tarifelerini yükselterek ekonomik kanamayı durdurmaya çalıştığı dünya ekonomisinde artan bir parçalanmayı paylaşıyor.
Ekonomik milliyetçilik, 1930'larda küresel olarak baskın bir güç haline geldi. Bu durum, ABD de dahil olmak üzere pek çok ülkede korumacı politikalara yönelik son dönemdeki itirazlarda da görülmektedir.
Bir Şikâyet Dünyası
Büyük Buhran, ABD'de hükümetin ekonomide ve toplumda yeni roller üstlendiği “Yeni Düzen”i ateşlerken, başka yerlerde liberal dünya ekonomisinin çöküşüyle hayal kırıklığına uğrayan insanlar, merkezi hükümetin eline muazzam bir güç veren rejimlerin yükselişine tanık oldular.
Bugün, Çin'in otoriter ekonomik büyüme modelinin cazibesi ve Orban, Putin ve diğerlerinin temsil ettiği güçlü adam imajı- sadece “Küresel Güney”in bazı bölgelerinde değil, Batı'nın bazı bölgelerinde de- 1930'ları hatırlatıyor.
Buhran, “totaliter” olarak adlandırılan bir dizi ideolojiyi güçlendirdi: İtalya'da faşizm, Rusya'da komünizm, Japonya'da militarizm ve hepsinden önemlisi Almanya'da Nazizm.
Bu sistemler, dünyanın dört bir yanındaki birçok kişinin gözünde, özellikle krizlere cevap veremeyen liberal hükümetlerle kıyaslandığında, bir meşruiyet kazandı.
Bu totaliter rejimlerin bazıları, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünyaya karşı önceden var olan şikayetleri vardı ve liberal ilkelere dayalı bir küresel düzenin istikrar sağlamadaki başarısızlığının ardından, onu kendi şartlarına göre yeniden şekillendirmeye koyuldular.
Bugün, gözlemciler büyük ölçekli savaşların geri dönüşü ve bunun küresel istikrara meydan okuması karşısında şaşkınlıklarını ifade edebilirler. Ancak bu durumun, Buhran yıllarıyla belirgin bir paralelliği vardır.
1930'ların başlarında Japonya gibi ülkeler, dünya sistemini güç kullanarak revize etmek için harekete geçtiler- bu nedenle bu tür ülkeler “revizyonist” olarak biliniyordu. Çin'in, özellikle de 1931'de Mançurya'nın işgali- Rusya'nın 2014'te Kırım'ı ele geçirmesinden farklı olarak- Batı demokrasileri tarafından sadece kınama ile karşılandı.
On yıl ilerledikçe, açık askeri saldırganlık yayıldı. Çin, Japonya'ya karşı kendini korumak için verdiği anti-emperyal savaşın diğer güçler tarafından duraksamalı bir şekilde desteklenmesiyle bir öncü haline geldi. Bugün Ukraynalılar bu paralelliği iyi anlayabilirler.
Etiyopya, İspanya, Çekoslovakya ve nihayetinde Polonya, uluslararası düzeni kendi imajlarına göre yeniden şekillendirmek için askeri saldırganlığı ya da bu tehdidi kullanan “revizyonist” devletlerin hedefi haline geldi.
İronik bir şekilde, 1930'ların sonunda, bu kriz yıllarını yaşayan birçok kişi, Nazi Almanyası gibi devletlerin rejimlerine ve yöntemlerine karşı kendi “soğuk savaşlarını” gördü. Bu kelimeleri, normal uluslararası ilişkilerin sürekli, bazen de şiddetli bir rekabete dönüşmesini tanımlamak için kullandılar. Fransız gözlemciler “barış yok, savaş yok” ya da “demi guerre” dönemini tanımladılar.
O dönemdeki figürler, bunun süregelen bir rekabetten ziyade normların ve ilişkilerin yeniden şekillendiği bir pota olduğunu anladılar. Onların sözleri, bugün çok kutuplu yeni bir dünyanın kurulduğunu ve yerel etkilerini genişletmek isteyen bölgesel güçlerin yükseldiğini görenlerin duygularında yankılanıyor.
Dizginleri Ele Almak
İçinde bulunduğumuz anı, sonu küresel savaş olan geçmişteki bir savaşla karşılaştırmak oldukça düşündürücüdür.
Tarihsel paralellikler hiçbir zaman mükemmel değildir, ancak bizi bugünümüzü yeniden gözden geçirmeye davet ederler. Geleceğimiz, ne 1930'ları sona erdiren “sıcak savaşın” ne de onu takip eden Soğuk Savaşın bir tekrarı olmak zorunda.
Brezilya, Hindistan ve diğer bölgesel güçler gibi ülkelerin yükselen gücü ve kabiliyetleri, tarihsel aktörlerin evrim geçirdiğini ve değiştiğini hatırlatıyor. Ancak içinde bulunduğumuz dönemin de 1930'lar gibi ciddi krizlerle boğuşan karmaşık ve çok kutuplu bir dönem olduğunu kabul etmek, tektonik güçlerin birçok temel ilişkiyi yeniden şekillendirdiğini görmemizi sağlar. Bunu anlamak, bize başka bir zamanda felakete yol açan güçleri dizginleme şansı sunuyor.
Kaynak: The Conversation
*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Makalede temsil edilen görüşlerin sorumluluğu yazara aittir, söz konusu yazı ve görüşler Hamaset'in editoryal politikasını yansıtmayabilir.