Yazar: Konstantinos Bogdanos
Çeviri: M. Hulusi Cengiz
Güçlü, iddialı ya da zayıf?
Güçlü olduğu zaman onu despotlukla suçluyoruz. Zayıf olduğunda ise kudretini özlüyoruz. Bu muammanın bir çözümü var mı?
Bir zamanlar kıtanın endüstriyel ve siyasi çıpası olan Almanya, son zamanlarda yanlış ekonomi politikaları izlemekle, dış politikayı ABD'ye teslim etmekle ve kontrolsüz göçün Avrupa'nın birliğini bozmasına izin vermekle suçlanıyor. Buna bir de Çin'e aşırı bağımlılık ve Rusya ile kopan ilişkiler eklenince, güçlü bir Almanya tartışması acil olduğu kadar tedirgin edici bir hal alıyor.
Almanya, on yıllar boyunca “Avrupa'nın ekonomik lokomotifi” olarak anıldı.
Bu ününü endüstriyel becerisi, mali disiplini ve ihracata dayalı ekonomisine borçluydu. Ancak son yıllarda bu temelde çatlaklar olduğu ortaya çıktı. Örneğin, Berlin'in yeşil enerji politikalarına olan bağlılığı rekabet gücünü zayıflattı. Nükleer enerji santrallerinin zamanından önce kapatılması, enerji maliyetlerinin hızla artmasına yol açtı. Bunun bedelini hem Alman hem de Avrupa sanayileri ödedi.
Bu arada, Almanya'nın Avro Bölgesi krizi sırasında kemer sıkma konusundaki ısrarı, Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Güney Avrupa ülkelerini yabancılaştırdı. Berlin'in mali sorumluluk olarak dayattığı şey, diğerleri tarafından ekonomik zorbalık olarak görüldü.
Almanya'nın Çin'e artan bağımlılığı da aynı derecede endişe verici. Ukrayna krizinin ardından Rusya ile bağlarını koparan Almanya'nın Pekin'e yönelmesi, yeni endişelere yol açıyor. Almanya'nın otomotiv ve sanayi sektörlerinin Çin pazarlarıyla iç içe geçmiş olması, Çin'den gelebilecek ekonomik baskı riskini artırıyor.
Dahası, Almanya'nın dış politikası Avrupalı müttefiklerine pek güven vermedi. Berlin, Avrupa'nın çıkarlarına öncelik veren bağımsız bir yol izlemek yerine, kendi ekonomisine ve egemenliğine ciddi zararlar verse bile Washington ile aynı çizgide yer almaktan memnun görünüyor.
Ukrayna savaşı bunun bir örneğidir.
Almanya'nın Rusya'ya karşı ABD öncülüğündeki yaptırımları destekleme kararı, kritik enerji bağlarını kopararak Avrupa'yı alternatif enerji kaynakları bulma arayışına itti. Washington küresel enerji piyasasında yeni bir hakimiyet kurarken, bunun ekonomik yansımaları Almanya ve AB'ye orantısız bir şekilde zarar verdi.
Bu teslimiyetçi duruş yeni bir şey değil.
Almanya'nın savaş sonrası dış politikasına, geçmişinden gelen suçluluk duygusundan doğan, özerkliğe karşı neredeyse patolojik bir isteksizlik damgasını vurmuştur. Ancak Macaristan, Polonya ve diğer AB ülkelerinin de belirttiği gibi, bu liderlik isteksizliği Avrupa'yı savunmasız, bölünmüş ve dış güçlere aşırı bağımlı bırakıyor.
Her şey Almanya'nın ulus olma kavramı hakkında ne düşündüğüne bağlı. Özellikle son yıllarda kendi ulusal kimliğini sulandırmak, hatta yok etmek ve Avrupa'nın geri kalanını da aynı şeyi yapmaya zorlamak için elinden geleni yaptığı görülüyor.
Göçmenlik bu perspektifte kilit önem taşıyor. Angela Merkel'in 2015 yılında Almanya'nın sınırlarını bir milyondan fazla göçmene açma kararı, kimileri tarafından insani bir zafer olarak kutlandı. Ancak diğerleri için bu karar, sosyal, siyasi ve hatta tarihi bir krizin başlangıcı oldu.
Almanya'nın açık kapı politikası sadece kendi refah sistemini zorlamakla kalmadı, aynı zamanda AB'deki ortaklarına da büyük bir yük bindirdi. İtalya, Yunanistan ve Macaristan gibi ülkeler, kendilerini krizin ön saflarında bulurken, Almanya çözümün şartlarını dikte etmeye çalıştı. Bu durum, Berlin'in ahlaki tribünlere oynamasını hem ikiyüzlü hem de yıkıcı olarak gören ulusal-muhafazakâr partilerin Avrupa genelinde yükselişini körükledi.
Eğer Almanya kendi ulusunu yok etmek istiyorsa, neden bu yolu diğer Avrupalılara da dayatsın? Kendi ülkenizin, onu kuran ve geleneklerine saygı göstererek inşa edenlerin torunları tarafından yaşanmasına ve hatta yönetilmesine son verilmesi gerektiğine karar vermek başka bir şeydir, bunu diğer uluslara dayatmak başka bir şeydir.
Peki, Avrupa'nın bugün güçlü ve iddialı bir Almanya'ya ihtiyacı var mı?
Bir yandan AB, en büyük ekonomisi ve en kalabalık üye ülkesi olmadan işleyemez. Zayıf bir Almanya, başka hiçbir Avrupalı gücün dolduramayacağı bir liderlik boşluğu yaratır.
Öte yandan, Almanya'nın mevcut gidişatı son derece sorunlu. Ekonomi politikaları, pratiklikten ziyade ideolojiye öncelik veriyor. Dış politikası, Avrupa'nın çıkarlarından ziyade yabancı çıkarlara hizmet ediyor. Göç konusundaki yaklaşımı kıtayı istikrarsızlaştırmaya devam ediyor.
Avrupa projesinin oluşturulmasının temel nedenlerinden birinin Almanya'yı kontrol altında tutmak olduğu yaygın bir algıdır. Ne de olsa Avrupa'yı iki dünya savaşına sürükleyen bir ülkeden bahsediyoruz. Ancak şimdi Avrupa, tam da kontrol etmek istediği şeye ihtiyaç duyuyor olabilir: Ulusal kimliğinin gücüne dayanan güçlü bir Almanya.
Bu sadece politikalarla ilgili değil. Almanya'nın Avrupa'nın ihtiyaç duyduğu lider olabilmesi için dış güçlere bağımlılıktan vazgeçmesi ve pragmatik, Avrupa öncelikli bir gündemi benimsemesi gerekiyor. Bu da enerji güvenliğine ve endüstriyel rekabetçiliğe öncelik vermek, bağımsız bir dış politika oluşturmak ve göç konusunda ulusal egemenliklere saygı duyan gerçekçi bir yaklaşım benimsemek anlamına geliyor.
Ancak nihayetinde Almanya'nın liderliğinin önündeki en büyük engel Almanya'nın kendisidir. Geçmişinin hayaleti peşini bırakmayan Berlin, çoğu zaman kendi halkı ve bir bütün olarak Avrupa pahasına, on yıllarını eski günahlarını telafi etmeye çalışarak geçirdi.
Elon Musk bu konuda haklı.
Almanya kendini yeniden bulmalı. Halkını yeniden büyük yapabilecek şeyleri yeniden keşfetmeli- tercihen bu kez panzerler ve yıldırım savaşları olmadan. Çünkü güçlü bir Almanya, Avrupa'da iyilik için bir güç olabilir ve olmalıdır.
Ve işte en ilginç kısım: Tötonik bir Sturm und Drang'dan beslenen iddialı siyasi güçlerin Almanya'yı yenilenmiş bir siyasi ve ekonomik güven çağına götürmesini dilemesi gereken AB'nin kendisidir.
Hayaletlerden korkmak ve demokrasinin altını oymaya çalışmak yerine Brüksel, köklü kurumsal denge ve denetleme mekanizmalarına daha fazla güvenmeli ve Almanya'nın kalbinde yer aldığı, gururlu uluslardan oluşan bir Avrupa Birliği'nin 21. yüzyılda küresel husumetten kurtulmanın tek yolu olabileceğini fark etmelidir.
Kaynak: Brussels Signal
*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Makalede temsil edilen görüşlerin sorumluluğu yazara aittir, söz konusu yazı ve görüşler Hamaset'in editoryal politikasını yansıtmayabilir.