Toplumların birtakım genel özellikleri olduğu fikrini paylaşmaktan hoşlanırız. Düşünmek biraz da “genelleme yapmak” değil midir zaten? İndirgemek, tanımlamak ve klişeler çıkartmak. Araplar pistir, İngilizler soğuk, Fransızlar kibirli, İtalyanlar rahat, Yunanlılar tembel, Türkler misafirperver ve samimi, Almanlar çalışkan, disiplinli ve düzenli… Oysa her tanımlama gibi, bu tanımlamalar da “eksik ya da yanlış” sayılmalıdır. Hiç mi temiz Arap, mütevazı Fransız, çalışkan Yunanlı veya tembel Alman yoktur? Vardır elbette.
Fakat yine de tek bir şeyden söz etmiyorsak genellemelere ihtiyaç duyarız ve duymaya devam edeceğiz. Yanlışı içinde taşımalarına rağmen. Üstelik toplumların kültürlerini oluşturan birtakım ortak alışkanlıklardan da söz edebiliriz sanıyorum. Çoğunluk bütünü tanımlamasa da bize bir fikir verir elbette.
Geçtiğimiz günlerde kitapçıda rast geldiğim bir kitabı karıştırırken (Alman Dehası, Kronik Kitap) Almanlara dair ne kadar olumlu ön yargılar taşıdığımı fark ettim. Hemen hepimiz gibi. Evet, Almanlar dakiktir, disiplinlidir, düzenlidir, kuralcıdır ve çalışkandır. Oysa kitabın yazarı (İngiliz Gazeteci) Peter Watson bir çırpıda okuduğum uzun önsözünde Almanların dakikliğinden ya da kural-düzen tutkusundan pek bahsetmiyor. Holokost nedeniyle lekelenmiş Alman kültürünü bir tür temizleme/aklama çabası içinde olduğunu söylüyor.
Peter Watson’a göre Germen olmayan Avrupalılar için Almanların en belirgin ya da anımsanacak/tanımlanacak özelliği İkinci Dünya Savaşı sırasında işledikleri insanlık suçları. Demek ki dedim, Almanlar hakkında olumlu yargı taşıyan nadir milletlerden biriyiz. Belki bir de Ruslar. Gonçarov “Oblomov” adlı meşhur romanında tembel ve hayalperest Oblomov’un karşısına yarı Rus-yarı Alman çalışkan ve rasyonalist Ştoltz karakterini çıkartmıştı.
Almanlar niçin bu kadar kuralcı ve düzenli? Bu konu üzerine araştırma yaparken denk geldiğim bir belgeselde (Make Me a German), BBC ekibi çekirdek bir İngiliz ailesini bir süreliğine Almanya’ya yerleştiriyor ve onları “Alman yapmaya” çalışıyordu. Belgeselin amacı bir İngiliz ailesinin Almanya’daki tecrübelerini kayıtlara geçirmek ve iki kültür arasındaki temel farkları iyice belirginleştirmekti.
Evet, Almanya’da yerleştirildiği fabrikada işçi olarak çalışan baba da hava nasıl olursa olsun çocuklarını mutlaka parka çıkartmak zorunda kalan anne de katı Alman günlük yaşamına uyum sağlamakta çok fazla zorlanmışlar ve bir türlü Alman olamamışlardı. Demek ki bir toplumda yaşayanların alışkanlıklarını belirleyen, geçmişten süregelen daha derin bir şeyler var. İstese de hiçbir toplum başka bir toplumun değer yargılarını, alışkanlıklarını ve dünyaya bakışını edinemiyor. Kendisi olmaktan vazgeçemiyor.
Bu demek değil ki toplumumuzda gördüğümüz kusurları ve eksiklikleri kültürümüz böyledir diyerek değiştirmeyelim, düzeltmeyelim. Elbette çalışkan olmak tembel olmaktan, kurallara uymak kurallara uymamaktan, dakiklik gevşeklikten, düzen karmaşadan daha iyidir. Önemli olan, toplumların edindikleri alışkanlıkları nasıl kazandıklarını, arkasındaki siyasi-sosyal dinamikleri iyi bilmek…
Düzen ve kural aşığı Alman kültürünün arka planını araştıran araştırmacıların verdikleri birkaç cevap var. Kimisi çalışkanlığı en yüce dini erdem sayan Protestanlığı (Martin Luther’in devrimini) kimi de tembelliğe izin vermeyen çetin coğrafi şartları, sık kuzey ormanlarını işaret ediyor. Bir başkasıysa katı Germen Kabile yaşamının bugünkü Alman kültürünü belirlediğinde ısrarcı. Her gün uyguladığı programa sıkıca bağlı kalan, aynı saatte üstünde yaşadığı caddeyi aşağıdan yukarıya tam sekiz kez yürüyen dakik ve düzenli Kant’ı anımsarsak araştırmacılara hak vermemek mümkün değil.
Batılılaşmaya meraklılar gibi, Alman değerlerini Türk kültürüne aktarmak değil derdim. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bizim kültürümüzde çalışkanlığı, düzeni ve kuralcılığı teşvik eden geleneksel öğeleri bulup çıkartmak, onları tartışmak…
Zihniyet tarihimiz üzerine derin araştırmaları bulunan Profesör Sabri Ülgener “Zihniyet ve Din; İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı” adlı kapsamlı çalışmasında, dünyadan el etek çekmeyi erdem sayan tasavvuf kültürü içinde çok farklı bir yerde konumlanan ve “çalışkanlığı” yücelten “Melamilik” üzerinde duruyor: “Boş ve atıl durmayıp aralıksız çalışma ve uğraşmanın ısrarlı takipçisi ve savunucuları; biraz önce sözünü ettiğimiz sufilerle beraber toplu olarak başta gelen isim: Melamilik!
Belki (ve büyük bir ihtimal ile de öyle) tek bir tarikat olmaktan çok başka tarikatlara yol göstermiş bir zevk ve meşrebin adı! Melami Hakk’a yakınlığını halkın dışında belli bir davranış ve özel kıyafetle sergilemeyi asla düşünmeyerek, herkesle beraber ve herkes gibi işi gücü peşinde; kulluğunu ise arada sessiz sedasız yerine getirmekle meşgul! Daha kısası: görünürde halkla, gönülde Hakk’la beraber! Sade ve son derece gösterişsiz yaşantısı içinde çalışma ve üretmenin -Kalvinist çizgiden geri kalmayan- ısrarlı takipçisi!”
Ülgener’e göre, Kalvinizm kadar olmasa da Melamilik de sade bir yaşamı, düzenli, titiz, dakik ve çalışkan olmayı teşvik ediyor. Okuyalım: “Dünya, Melami için, bir haz ve zevk ortamı olmadığı gibi günah ve kusurlarına bulaşmamak için uzağında durulması ve kaçınılması gereken bir ‘ölümlü dünya’ da değildir; tam tersine işlenmek, şekil ve düzen verilmek üzere müminin önüne serili bir madde ve malzeme yığınıdır… Melami için çile, zühd ve türlü yollarla dünyayı terk etmek diye bir şey yoktur.” Evet, ibadetin gizlisinin makbul olduğunu savunan Melamilik “gece hakkın, gündüz halkın” beğendiği işte olmayı doğru bir İslami tavır olarak gören bir tasavvuf ekolü: “Gündüz iş gece zikir ve ibadet!”
Batılılaşmayalım, Almanlaşmaya da çalışmayalım elbette. Fakat bireyselliği, sadeliği, tevazuyu, çalışkanlığı, disiplini teşvik eden Melamilik, “seküler dalga” karşısında gerileyen “dindarlar” için derleyici toparlayıcı bir sığınak olabilir mi? Ne dersiniz, üzerinde düşünmeye değmez mi?
*Düzen hayatın yarısıdır!
*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Makalede temsil edilen görüşlerin sorumluluğu yazara aittir, söz konusu yazı ve görüşler Hamaset'in editoryal politikasını yansıtmayabilir.