Yazar: Simon Jenkins
Çeviri: M. Hulusi Cengiz
Dünyanın mevcut üç büyük savaşından hangisi en çok ölümle sonuçlandı?
Son rakamlara göre, Rusya-Ukrayna savaşı iki buçuk yılda 200.000'den fazla kişinin ölümüne neden oldu ve bunların büyük çoğunluğu askerdi. Hamas'ın saldırısı ve ardından İsrail'in Gazze'ye saldırısı, resmi rakamlara göre çoğu sivil olan 43.000 kişinin ölümüne neden oldu. (Temmuz ayında Lancet'te yayınlanan bir makalede, Gazze'de yıkılan kamu altyapısı nedeniyle ölü sayısının 186.000'e kadar çıkabileceği tahmin ediliyordu).
Geçen yıl başlayan Sudan iç savaşında da ölü sayısı tahminleri büyük farklılıklar gösteriyor. Bölgedeki sağlık görevlilerine göre ölen insan sayısı 20.000 ile daha da korkunç bir rakam olan 150.000 arasında olabilir. Bu rakam, Güney Sudan ve Darfur'da yirmi yıl boyunca yaşanan yaklaşık 2 milyon ölümün ardından geliyor. Nisan 2023'ten bu yana 7 milyondan fazla Sudanlının evlerinden sürüldüğü ve çölde açlıkla karşı karşıya kaldığı tahmin ediliyor. Onların hikayeleri haberlerde nadiren yer alıyor.
Ukrayna'yı önemsiyoruz peki Sudan'ı önemsiyor muyuz?
Bir tarafa ya da diğerine silah ve yardım sağlayacak kadar önemsiyoruz. Sudan'ı önemsiyor muyuz? Daha doğrusu, arkamıza yaslanıp bir şeyler yapılması gerektiğini söylemenin ötesinde, bir şeyler yapacak kadar önemsiyor muyuz?
Şimdiye kadar izlediğim en öğretici belgesellerden biri, yakın zamanda BBC Four'da gösterildi. "Corridors of Power: Should America Police the World?" adlı belgesel, soğuk savaşın sona ermesinden bu yana ABD'nin küresel çatışmalara müdahil olduğu sekiz örneği inceliyordu. Her birine bir saat ayrılan bu çatışmaların üçü Afrika'da, Ruanda, Libya ve Darfur'daydı. Her bir vakada, “vazgeçilmez” dünya polisliği hakkıyla övünen ABD, sözlerini eyleme dökmekle karşı karşıya kaldı. Çoğunlukla yetersiz bulundu.
Programlar, Beyaz Saray'da birbirini izleyen başkanlarla yapılan toplantılarda hazır bulunanlarla yapılan röportajlar üzerine inşa edildi. Colin Powell, Condoleezza Rice, merhum Henry Kissinger ve Washington'daki ve sahadaki diğer kişilerden oluşan yıldızlar kadrosu, ileri geri yapılan sert tartışmaları hatırladı. Sudan'ın Darfur bölgesinde 2003'ten 2020'ye kadar süren soykırım mücadelesi söz konusu olduğunda, katliamlar, tecavüzler ve mülteci ordularıyla ilgili raporlar akın akın geliyordu. Dünya, ABD'nin “bir şeyler yapması” için çığlık atıyordu. Ancak yanıt her zaman şöyleydi: “Evet, ama ne?”
George W. Bush, “tarihin doğru tarafında” olmak için çıldırıyordu.
Soykırımı durdurmak için helikopterler talep etti. Ordu, başıboş çetelerin yaşadığı uçsuz bucaksız bir Afrika çölünde ne yapabileceğini sordu. ABD, Afganistan ve Irak'ın yanı sıra Sudan'ı da mı yönetmek istiyordu? 2010 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi, Sudan'ın diktatörü Ömer El Beşir'i soykırımla suçladığında, zaten çaresiz olan yardım kuruluşlarının elini kolunu bağladı, hatta bazılarını tamamen yasakladı.
ABD'nin müdahale etmeme gerekçeleri de çoğu zaman müdahaleleri kadar karışık görünüyordu. Belirli bir çatışma ABD'nin güvenliğini mi, ticari çıkarlarını mı yoksa kendi vatandaşlarından bir grubu mu etkiliyordu? Bu arada, “iyi görünmenin” kısa vadeli kazancı, bundan sonra ne olacağına dair uzun vadeli sorunun önüne geçiyor gibi görünüyordu.
Kuveyt ve Bosna'da müdahaleler işe yaradı.
Libya ve Somali'de ise işe yaramadı. Ruanda'da müdahale etmeme kararı, Darfur'da müdahale etmeme kararı gibi duygusuzca göründü. On yıl sonra, 2019'da Sudanlılar ayaklandı ve Beşir'i devirdi. Belki de ABD'nin yapması gereken buydu. Ancak dört yıl içinde Sudan, bugün de devam eden acımasız bir iç savaşa geri döndü.
Belgeselde aklıselimin sesi- genellikle Powell - defalarca aynı şeyi söyledi. Makul bir stratejimiz olmalı. Müdahale edersek ne olur? Eğer bir ülkeyi yıkarsanız, o zaman ona sahip olursunuz. “Bir şeyler yapılmalı” talebinde bulunmak güzel, ancak bunu talep edenler, bu şeyin ne olduğunu ya da ABD'nin hangi hakla bunu ‘yaptığını’ asla söylemiyor. Hareketli bir görüntüde Barack Obama, Sudan'da harekete geçme çağrılarıyla hırpalanmış bir halde, Beyaz Saray'ın penceresinden dışarı çaresiz ve kararsız bir şekilde bakıyor. Bu kişi bugün Joe Biden da olabilirdi.
Bir iç savaşta ya da sınır savaşında taraflar, genellikle savaştan bitkin düşene kadar uzlaşmaya yanaşmayacak kadar güvensiz liderlere sahiptir. Geçen yıl mayıs ayında Sudan'da, ABD ve Suudi Arabistan iki Sudanlı grubu ateşkes için bir araya getirmeye çalıştı. Bu birkaç gün sürdü. İsrail ve Ukrayna'da ise ABD, sadece bir tarafı destekleme ve zaferi hızlandırmayı umma yolunu seçti.
Şu anda Sudan'ı inceleyen herkes kolayca umutsuzluğa kapılabilir. Görünen o ki klişe geçerli: savaşa bir şans verin. Bu gibi durumlarda, her gün haberlerden duyduğumuz tiksintiye verilecek tek bir yanıt olabilir. Batılı güçlerin uzun Darfur savaşı sırasında uyguladığı da buydu. En azından insanların çektiği acılar dindirilmeliydi ve bu nedenle Washington'daki Bush, yüz binlerce ton gıda yardımını Çad'dan Sudan sınırına hava yoluyla taşıdı.
BM sözleşmesinin çok övündüğü kolektif güvenlik ve “koruma sorumluluğu” bugünlerde ölü harflerden başka bir şey değil. ABD liderleri dünyanın polisliğini üstlenmiş gibi davranıyor olabilirler. Ancak gerçek şu ki, devletler komşularını ve hatta kendi vatandaşlarını katletmeye karar verdiklerinde, dışarıdan gelenler nadiren bir işe yarıyor.
İşte bu yüzden Sudan'da aceleci müdahaleciler, bombardıman uçakları ve savaş gemileri kullananlar ya da kararlar ve yaptırımlar tarafından “yapılacak” hiçbir şey yoktur. Savaş kendi sonunu getirirken, gerçek kahramanlar başka yerlerde, görevi sivil halkın acısını dindirmek olan BM ve diğer kuruluşlarda. Gazze ve Sudan'da savaşın kabuslarına katlananlar onlardır. Onlar gerçek insani müdahalecilerdir, sahte bir barışın değil yaşamın kendisinin tüccarlarıdır.
Kaynak: The Guardian
*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Makalede temsil edilen görüşlerin sorumluluğu yazara aittir, söz konusu yazı ve görüşler Hamaset'in editoryal politikasını yansıtmayabilir.