Dolayısıyla değişme ile değişimin ne olup ve ne olmadığı, her iki olguya hem nasıl yaklaştığımızla ilgilidir hem de gerçek anlamlarının sahici bir tespitinin yapılmasında gizlidir. Bu gizlilik beraberinde ilerleme ve gelişme olgusunu da tanımlamayı gerektirir.
İlerleme kendi içinde muğlaklığı barındıran bir gerçeklik iken, gelişme olgusal bağlamda daha pozitif anlama yakın bir gerçeklik arz eder. Gerçek şudur ki, sömürgeleştirme süreçlerinde fikri işgallerin zemini, kendini ilerleme ifade kalıbı özelinde, ilerleme kavramını ve olgusunu belirli bir paradigmaya özgü anlamda kabullendirmek ister.
Bu paradigma ise güçlü olanın hakikatleri ve zihinleri belirleme hakkı olduğuna dair üstenci bir retoriğin propaganda gücüdür. Bu paradigmanın propaganda gücüne göre tarihe katılmak, üstenci paradigmanın uluslara sirayet eden bu güç algısını benimsemekle olur.
Böylesi bir paradigmanın iletişim stratejisine göre uluslar, dünya siyasetinde kendilerine düşen rolü ve pozisyonu kabul ettiği ve bu durumu kendilerine göre benimsediği oranda güya tarihe karışmış oluyorlar.
Maalesef ilerleme kavramı kolonyal süreçlerin aparatına dönüştüğü anda kirletilen ve tüketilen bir illüzyon taktiğine dönüştü.
Dolaşıma sokulduğu oranda içeriği belirli bir sinsilikle maskelenen manipülasyonun adı oldu. Kısacası ilerlemenin kime ve neye göre olduğu sorusu bir boyutuyla dünya siyasetinde gücün kimlere ait olduğu gerçeğiyle de çok yakından ilgilidir.
Bu saptamadan hareketle kolonyal süreçlerin ulusları kontrol etme ve değer biçme sistemi, belirleyen – belirlenen diyalektiğindeki güçlü olanın referansı oluşturduğu ve referansı oluşturanın da sistemi kurgulama hakkı olduğuna dair yargının çıktısındaki fenomene dayanır.
En nihayetinde kavramlar onlara yüklenen anlamın karşılık bulmasında bir önem ve işlev kazanır. Haddizatında değişim gerek bireysel gerek toplumsal ve gerekse kurumsal bağlamda bir süreçtir. Her değişimin kendine göre bir anatomisi vardır. Bireysel değişimler daha çok irade isteyen bir kararlılığı ararken, toplumsal ve kurumsal değişimler çok faktörlü ve çok aktörlüdür.
Hiç şüphesiz ki değişim çok zordur.
Özellikle de bireysel değişim çok ciddi sorgulamayı, kendi olma bilinciyle hesaplaşmayı ve kararlı bir dirayet istediğinden ötürü çok daha zordur. Çünkü kişinin kendisi için belirlenmiş kalıpları, belirli koşullarla oluşan görece konforunu ve yaşadığı toplumsal normalin kendisinde bıraktığı tortuyu aşması kolay değildir. Belki de hayatta en zor mücadelelerden biri de kişinin kendisiyle girdiği samimi hesaplaşmadaki kararlılık seviyesidir.
Zira kişi kavramların içeriğini kendine göre boşaltarak, kendi gerçeğiyle yüzleşmeden yüzleşiyormuş gibi yapıp kök sebepleri göz ardı ederek kendini çok kolay kandırabilir. Bilindiği üzere mihenk bir altının ayarını ölçmekte kullanılan taşın kendisidir.
Eğer değişimin bizatihi kendisi altın kadar kıymetli bir değer ise, bu değerin mihengi, samimiyetle harmanlanarak kendi olma bilincine doğru yönelen istikamet için verilen gayrettir. Samimiyet ve gayret, hayatın bizi içine alan ve aşan döngüsünde en temel insani gerçekliğimizin sahicilik özelindeki referans noktasıdır.
Yanlış yaptığında üzüntü ve pişmanlık duygusunu en derin içtenliğiyle fark ederek hisseden öznenin, gerçeği görmedeki başlangıç noktasıdır. Her türden insani ve toplumsal yabancılaşmaya ve yozlaşmaya karşı, insan olmanın ve insan kalmanın duyarlılığını yitirmeme direncidir.
Öyleyse insanın hakikat diye bir derdi varsa ve bu dert için yürüdüğü yoldaki yolculukta samimiyet ile ilişkili gayreti gayesi, gayesi ise gayreti kadardır.
*Makalede temsil edilen görüşlerin sorumluluğu yazara aittir, söz konusu yazı ve görüşler Hamaset'in editoryal politikasını yansıtmayabilir.