Daima düşündüğümüz, sorguladığımız, kendi aramızda, köşe başlarında, ara sokaklardaki çay ocaklarında konuştuğumuz, sürekli dile getirdiğimiz, tartıştığımız denklemlerin genellikle en net tanımlaması Cemil Meriç’in kaleminden dökülür. Sorgunun süreklilik kazandığı, yaşamın her köşesine sirayet ettiği denklem şudur ki; “Bu ülkeyi yaşanmaz bulanlar bu ülkeyi yaşanmazlaştıranlardır.”
Türkiye; ovalarında yeşeren ağaçlardan denizlerindeki dalgalara, savaşın göbeğindeki yerinden barışı temsil eden söylemlerine, Batı’daki isyan haykırışından mazlum milletlerdeki dualara varana kadar, tamamen nev-i şahsına münhasır bir ülkedir. Bu şahsına münhasır ülkenin doğal olarak tarih sahnesindeki seyri de doğrusal değil, oldukça çetrefilli, karmaşık, bazen karanlık, çoğu zaman kavgalıdır. Zaman zaman batı ile doğu arasındaki köprü olarak da nitelendirilen Türkiye, hiçbir yere ait olamamanın, kendine özgü kültür, siyaset, dış politika dengelerine sahip olmanın gerekliliğinden doğan bir takım olumsuzlukları da bünyesinde barındırmıştır. Bu kapsamda bakıldığında kültürel yozlaşmanın görünür, elle tutulur, dile getirilir bir halde bulunması şaşırtıcı değildir. Ancak eleştirel niteliğini daima koruyacaktır.
TÜRK AYDINININ SAATİ NEREYE AYARLI?
Türk aydını konusunda görüşlerinin okunmasının gerekli olduğunu düşündüğü Atilla İlhan, “Türk aydını emperyalizmin ajanı konumuna düşmüştür” der ve ekler, “Milletin saati Anadolu’ya bunlarınki Pekin’e, Paris’e, Londra’ya, New York’a ayarlıdır.” Bu açıklamalar bizi, Türk aydınının Batı’nın bir papağanı olarak suçlanmasının temel sebebinin ne olduğunu araştırmaya itmektedir. Bu kapsamda bakıldığında Osmanlı Devleti ile başlayan Cumhuriyet ile ise daha gözle görünür bir hale gelen modernleşme çalışmalarında bir takım kanıtlar bulmaktayız. Yine bu kapsamda Atilla İlhan, “Lisede Sophokles okuduk, Klasik Türk Musikisi’ne sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü, Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi. Türk aydını, Batılılaşma yolunda halkını bir türlü görememiştir. Batı’yı taklit ederken, Anadolu’yu yok saymıştır. Ancak burnunun ucunu görebilmiştir” ifadeleri, sebepleri aslında bizim önümüze sermektedir. Türk eğitim sisteminin modernleştirilmesi ile paralel olarak Batılılaşma, Batılı gibi düşünme, Batıyı övme ve kendi kültürünü yerme özellikleri bireylere yüklenmiş ve tüm bunları bünyesinde barındıran insanların entelektüel olarak değerli olduğu algısı hızla yükselmişti.
MİLLİ ELEŞTİRİ KAVRAMI
Entelektüel birikimin sadece Batılı düşünce ekseninde geliştirilebileceği algısı bize kendi sokaklarına, baharlarına ve kışlarına yabancı, şehirlerini bilmeyen, şiirlerine aşina olmaya bir aydın kadrosu olarak geri döndü. Oysaki aydın grubu, kendi ülkesinin kendine özgü şartlarını, eksikliklerini, artılarını, kavgalarını, kaygılarını en iyi bilen ve bilgi birikimi ile elbette ki eleştirel ancak yerli eleştiri kapsamında ülkesini tanımlayabilen insanlardan oluşmalıdır. Eleştiri, talep, kaygı, öfke her ne kadar olumsuzlukları hatırlatan kategoriler olsa dahi milli olmaları halinde bu olumsuzluk yerini fedakarlığa, sevgiye, sadakate bırakacaktır. Milli eleştiri kavramının günümüzde sadece entelektüel sahaya değil aynı zamanda siyasete, medyada, kamusal alanlara da sirayet etmesi en büyük avantajımız olacaktır.
Zamanında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da mankurtlar olarak tanımladığı kişiliksizleştirilmiş kölelerden, ülkemiz, kültürümüz hakkında görüş talep etmek, yol yordam önerisi beklemek mantıklı değildir. En nihayetinde bu yolda seyretmek bizi olduğumuz yerden ileriye değil, bilakis geriye gitmeye, daha çetrefilli yollarda yürümeye, üzerimize uymayan ceketler giymeye mecbur kılar.
BİR NBC PORTRESİNDE AYDIN PARADOKSU
Türk aydın paradoksundan ne zaman bahsetsek, üzerinde tartışsak bir Nuri Bilge Ceylan karakteri zihnimde belirir. Nuri Bilge Ceylan’ın pek çok ödül alan ve bu sebeple geniş kitleler tarafından da izlenen oldukça popüler Kış Uykusu filminde, Haluk Bilginer’in canlandırdığı Aydın karakterinden bahsediyorum. İsim tercihindeki manidarlık da göz önüne alındığında filmdeki Aydın rolü, aslında modern Türk toplumundaki aydınların paradoksunu da bizlere ifade etmektedir. Eski bir tiyatrocu olan Aydın’ın filmin başından sonuna kadar merkez-taşra ikilemi yaşadığı gerek yerel gazeteye yazdığı yazılardan gerekse filmdeki imam karakteri ile olan diyalog ve tepkilerinden anlaşılmaktadır. Aydın’ın odasındaki maskeler film boyunca dikkat çekmektedir. Bu sembolik anlatım; Türk aydınının kendi olma özelliğini kaybettiği ve rol yapmayı tercih ettiği modern zamanları işaret etmektedir. Detaylandırılabilir bir karakter ve film olmakla birlikte filmi henüz izlememiş olanlar için burada bir boşluk bırakıyor, belki bu köşede bunu ilerleyen zamanlarda tartışırız diyorum.
ANA AKIM DANTELEKTÜELLER
Türkiye, genetik kodlarına işlemiş olan aydın paradoksu ile henüz mücadele etmeye başlamışken bir de yeni nesil entelektüeller, sistemi zorlamaya başladı. Sistemden kastım düşünceleri, sayfaları, kitapları, zihinleri ve tabi ki hepimizin en çok vakit geçirdiği ve maruz kaldığı sosyal medyayı. Her gün karşımıza Halil Berktay’ın zamanında yeni mandacılar olarak nitelendirdiği ve şuan ki ortama da oldukça uygun olan bu yeni nesil entelektüeller çıkmakta.
Ana akım dantelektüeller olarak da tanımlayabileceğimiz; bir iki kitap ekseninde tüm hayatı çözümlemiş olan, alıntılarla yaşayan, sosyal medyada bir tarikat gibi hareket eden, bir lider arayan ve bu lider ekseninde sanki dünyadaki özü kavramış gibi tavırlar sergileyen bu grup, tatsız bir yansımadan ibaret. Kökenini kaybetmiş aydın gruplarının günümüze tatsız bir yansıması. Üstelik bu dantelektüeller, sadece bir ideoloji, fikriyat ya da siyasi eksende toplanmıyor. Her gruptan, her siyasi fikirden, ya da şöyle demek daha mı doğru olur, her mahalleden bir dantelektüel grup çıkmakta.
Muhafazakar kesim olarak da adlandırabileceğimiz bir mahallede bu akım kendini; Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek ekseninde gerçekleştirilen okumalarla ile temellendirmektedir. Ancak okumaların ne yazık ki yüzeysel ve belirli alıntıları sosyal medyada paylaşmaktan ibaret olduğunu söylemek zorundayım. Genellikle bu grupların kendini topluluk karşısında göstermeye, takdir edilmeye, alkışlanmaya ihtiyaç duyan bir de liderleri, öncüleri, fikir babaları olur. Bilginin tevazu ve dinginlik getirdiğine, düşüncede görkemin yaşamda sadelik demek olduğuna inanan biri olarak bu gösteriş altında bulacağınız bilginin ehemmiyeti hakkında sizleri düşünmeye davet ediyorum. Bu gruplar sadece muhafazakar camiada değil daha milliyetçi sahada da kendini Ziya Gökalp ve Nihal Atsız okumalarıyla, Türk Ocağı gibi milliyetçi grupların müdavimi olduğu sahalarda fotoğraf vermelerle kendini göstermektedir. Aynı şekilde Marx’ı, Engels’i okuyup, genelde de okuduğundan pek bir şey anlamayan, kızıl yıldızlı şapkası ya da yeri geldiğinde yeşil parkası ile gezen solcu gruplarda da bu dantelektüelleri görmek mümkündür.
BİR YÜZÜK NELERE KÂDİR?
Ortalık kendini taktığı yüzük bozkurt işaretli olunca milliyetçi, Osmanlı tuğralı olunca muhafazakar addeden, Marx’ın kitabı ile gezdiğinde en âlâ solcu olduğuna inanan, II. Abdülhamid’in fotoğrafını paylaşınca İslamcı, Mustafa Kemal Atatürk’ü paylaştığında Atatürkçü olduğunu zanneden bir grup genç ile doldu. Bilmiyorum, daha ne günler göreceğiz. Hani, kavganın göbeğiydi bizim yerimiz? Temelsiz ideolojiler batağında sürüklenen, eleştirel olarak karşılıklı okuma yapmayan, karşı olduğunun ve savunduğunun ne olduğunu tam olarak bilmeyen bu gruplarla hangi kavganın göbeğinde kalmaya hazırız?
Toplumsal olarak kendine temel arayan, bu temelsizlik sebebiyle savrulmaya meyilli grupların desteği ile büyüyen dantelektüel akım; her köşe başını kapladı ve bu kalitesizlik akıntısına hepimizin kapılmasına sebep oldu. Yüzeysel bilgileri derin dehlizlerden çıkartılmış gibi pazarlamak günümüzün en çok takip edilen modası. Ne okusak, ne yazsak, ne konuşsak kâr eder mi? Bu akımdan kendimizi ve çevremizi çıkarabilir miyiz? Lidere ihtiyaç duyan fikirleri gerçekten ciddiye alıp dinlemeli miyiz?
Bu sorular uzar gider ancak bizim toprağımıza ektiğimiz ekinleri, yine bizim insanımız toplamalı. Ama önce o ekini ekecek çaba, alın teri, sabır ve yürek gerek.